Hac Nasıl Yapılır?
Hac Nasıl Yapılır?
Hac; kutsal kabul edilen mekânları dinî maksatla… ziyaret etmedir.
Genel;
Hac; kutsal kabul edilen mekânları dinî maksatla ziyaret etmedir. Hac; İslâm’ın beş şartından biridir.
Hac kelimesi İbrânîce’de hag şeklindedir; “bayram” anlamına gelen bu kelime “bir şeyin etrafında dönmek, dolanmak” mânasındaki hvg kökünden türemiştir.
Hac veya hag çok eski bir Sâmî tabir olup İbrânîce’den başka Ârâmîce’de ve Sâbiî dilinde de bulunmaktadır. Kelimenin asıl anlamının “bir şeyin etrafında dönme, dolaşma ve halka oyunu” olduğu, daha sonra bayram mânasını kazandığı belirtilmektedir. Arapça’da “gitmek, yönelmek; ziyaret etmek” anlamlarına gelen hac kelimesi, fıkıh terimi olarak imkânı olan her müslümanın belirlenmiş zaman içinde Kâbe’yi, Arafat, Müzdelife ve Mina’yı ziyaret etmek ve belli bazı dinî, görevleri yerine getirmek suretiyle yaptığı ibadeti ifade eder. Bu ibadeti yerine getirenlere Arapça’da hâc (çoğulu huccâc). Türkçe’de hacı denir.
Haccın Yapılışı?
İslam’dan önceki dinlerde Hac
Kutsal mekân kavramı ve bu tür yerlerin ziyareti tarih boyunca bütün inançlarda mevcut olmuştur. Kutsal mekânları ziyaretin sebebi o mekânın kutsiyetinin bahşedebileceği maddi, manevi ve ahlaki faydaları elde etmektir. Kişinin, ister kendi ülkesinde isterse başka yerde olsun, kutsal bir mekâna veya mabede yaptığı seyahatten ibaret olan hac esnasında sarf edilen gayrete karşılık bedeni bir rahatsızlığın giderilmesinden ebedi hayatın kazanılmasına kadar birçok fayda ümit edilebilir.
Eski Dinler
Kabileci, milli ve evrensel dinlerin hepsinde kutsal kabul edilen mekânlar ve bu mekânların ziyareti söz konusudur. Yakındoğu’da, milattan önce II. binyıldan itibaren hac yerleri özellikle vahalarda ve şehir kültürünün bulunduğu yerlerde teşekkül etmiştir. II. binyılın üçüncü çeyreğinde Babilonya’da Nippur, Asur’da Ninova bu türden ziyaret yerleriydi.
Hititler’de kral, başrahip sıfatıyla her yıl kış mevsiminde krallığın büyük ibadet merkezlerini ziyaret ederdi. Eski Çin’de bilinen ilk hac merkezleri T’ai-shan, Hua-shan, Hêng-shan, Non-yushan ve Sung-shan adlarını taşıyan beş dağdı. Hem Taoistler hem de Budistler bu dağların üzerinde tapınaklar inşa ettiler; buralar zamanla oldukça önemli hac merkezleri oldu.
Hinduizm’de de hac ibadeti vardır. Hint yarımadasının Aryalar’ca istilası ve Hindu tapınaklarının inşası ile birlikte ziyaret edilecek yerlerin sayısı da artmıştır. Ortaçağ’lara doğru hac için uzak yerlere gitmek gelenek halini almıştı. Yıkandıktan sonra hac görevini ifa etme yanında kutsal mekânın çevresinde dönmek de (tavaf) haccın unsurlarından biriydi. Hinduizm’de Benares’i ziyaret etmek ve Ganj nehrinde yıkanmak, ölümden sonra yeniden dünyaya gelişte daha mutlu olma ümidini vermektedir.
Budizm’de hac ziyareti, Buda’ya ait mekânlarla ondan kalanların bulunduğu yerlere yapılır.
Budizm’de hacla ilgili en eski belgeler Kral Aşoka’nın fermanlarıdır. Aşoka, tahta geçişinin onuncu yılında “dharmayatra” (doğruyu, gerçeği bulmak için yapılan yolculuk) yaparak Buda’nın aydınlanmayı elde ettiği yere yani Bodhi Gaya’ya (Bodh Gaya, Buddh Gaya, Buddha Gaya) gittiğini söyler. Aşoka’dan günümüze kadar Bodhi Gaya Hindistan’da Budistler’in en önemli hac yeridir. Bunun dışında hac için ziyaret edilen yerler Nepal’deki Siddhartha Gautama (Buda’nın doğum yeri Lumbini), Buda’nın ilk vaazını yaptığı Benares yakınlarında bulunan Samath’daki Geyik Parkı (İsipatana) ve Buda’nın Nirvana’ya ulaştığı yani öldüğü yer olan Utar Pradeş’teki Kuşinagara’dır.
Japon geleneğinde hem Şinto’ya hem Budizm’e ait çeşitli hac yerleri vardır. Japonlar’ın junrel dedikleri hac, çeşitli yerlerdeki ziyaret merkezlerinin belli bir sıra ile gezilmesini ifade etmektedir. Bir diğer hac şekli ise sadece bir tek yere yapılan hacdır. Ise’deki tapınak Şintoizm’in en yüce ilahına adanmış Şinto hac yeriydi. Japonya’daki Budist hac mekânlarının çoğu Budist keşiş ve zahitlerinin zühd hayatı yaşadıkları yerlerdir.
Helenist-Roma dönemine kadar Mısır dininin her devresinde hac ibadeti mevcuttu. Belli başlı hac yerleri Delta’daki Dedu veya Busiris ile (Osiris’in evi) kedi başlı tanrıçanın tapınağının bulunduğu yine Delta’daki Bubastis idi.
Suriye’de Byblos, Aphaka, Tyr, Heliopolis (Ba’lebek) ve özellikle Hierapolis önemli hac merkezleriydi. Bilhassa Romalılar döneminde çok sayıda yabancı uzak ülkelerden buraları ziyarete geliyordu.
Belirli bir tapınağın veya kutsal taşın etrafında dönmek İslam öncesi Araplar’da da vardı.
Yahudilik
Hac, Yahudilerin millet olmalarından itibaren kurumlaşmış ve erkeklerin üç bayramda (Fısıh (Paskalya = mayasız ekmek), Şavuot (Pentekost = haftalar) ve Sukkot (çardaklar)) Kudüs’e gitmeleri istenmiştir.
Yahudilik’teki hac mekânlarını üç grupta toplamak mümkündür.
Kudüs ve çevresinde oluşmuş, tarihi özelliğe sahip ve Kitab-ı Mukaddes’in tarihi içinde ortaya çıkan mekânlar.
Genelde Celile’de bulunan, Talmud ve Kabala’da adı geçen bilgelerin mezarları. Diaspora (Filistin dışında Yahudilerin yaşadıkları yerler) bilgelerine ve azizlere adanan İsrail’in çeşitli bölgelerindeki merkezler. Kudüs’te Süleyman Mabedi’nden geriye kaldığına inanılan “ağlama duvarı” önemli bir ziyaret mahallidir. Kudüs’ün dışında kalan başlıca ziyaret yerleri şunlardır: Zebulun’un Sidon’da, Rabbi (Haham) Meir’in Tiberias’da (Taberiye), Simeon ben Yohai’nin Merom’da, Peygamber Hoşea’nın Safed’de, Peygamber Samuel’in Nebi SamviI’de, Rahel’in Beytülahm’da, Davud’un Kudüs’te, Nahum’un Musul civarında, Ezra’nın Bassorah yakınlarındaki Kuma’da, Hezekiel’in Babilonya’da, Daniel’in Kerkük’te, Ester ve Mordekay’ın Hemedan’da ve Yeremya’nın Fustat’ta bulunan kabirleriyle Karmel tepesindeki İlya mağarası.
Yahudilik’te hacla ilgili esaslar din âlimlerince tespit edilmiş ve Mişna’da ayrı bir bölüm olarak yer almıştır.
Günümüzde Yahudiler belli günlerde bu tür yerleri ziyaret eder, bu ziyaretlerin şans getireceğine, talihsizliklere iyi geleceğine inanırlar. Hac mahallerinde dua edilir, adaklar adanır, bazen da istekler kâğıda yazılıp bırakılır. Ağlama duvarı veya Süleyman Mabedi’nin batı duvarı dışındaki ziyaret merkezlerinde azizlere yalvarılıp şefaatçi olmaları istenir.
Hristiyanlık
Hıristiyanlık’ta, Hz. İsa’nın son Kudüs yolculuğu ile Tanrı’nın şehrine eskatolojik haccını gerçekleştirdiğine ve Tanrı’nın krallığını başlattığına inanılır.
İlk Hıristiyanlar, Yahudilik’te olduğu gibi Kudüs’teki mabedi ziyaret ediyorlardı (Resullerin İşleri, 2/46; 3/1)
Bununla birlikte kilise yeni bir tapınak yapmak istiyordu. Epiphane’ın bildirdiğine göre İmparator Hadrianus 130 yılında yaptığı seyahatte Kudüs’te her şeyin yıkılmış olduğunu, sadece birkaç ev ile Hz. İsa’nın semaya urûcundan sonra şakirdlerin toplandıkları evin yerinde küçük bir kilisenin bulunduğunu görmüştü. Bu küçük kilise daha sonra hacıların ziyaret ettikleri Sion Kilisesi oldu. 216’dan itibaren genellikle o topraklarda bulunan Origene’in naklettiğine göre Beytülahm’daki İsa’nın doğduğu mağara, çarmıha gerildiği Golgotha mevkii ziyaret mahalliydi.
Kudüs’e yapılan haccın gelişmesinde dini zorunluluktan ziyade Konstantin’in (I. Konstantinos) etkisi önemli bir rol oynadı. Konstantin’in Kudüs’ün çeşitli yerlerinde başlattığı kilise yapımı, birçok Hıristiyan’ı İsa’nın doğup yaşadığı ve çarmıha gerildiği yerleri görmeye teşvik etti. Kudüs’e yapılan haccın yanı sıra türbeleri, hatta manastırlarda yaşayan rahipleri ziyaret de bir tür hac olarak mütalaa ediliyordu. Diğer bir hac şekli de azizlerin ve şehidlerin mezarları üzerine yapılmış kiliseleri ziyaret etmekti.
Doğu Hıristiyanlığı’ndaki haccın kökleri ilk olarak Hz. İsa’nın doğup misyonunu ifa ettiği Filistin’e, ikinci olarak da Hıristiyan manastır hayatının (monastisizm) beşiği olan Mısır’a kadar uzanır.
Eski İsrail’de ve ilk devir Hıristiyanlığı’nda haccın anlamı aynıdır. Ancak İsrâiloğulları için bu mabedi senede üç defa ziyaret şart iken Hz. İsa bunu mabede son yaptığı ziyaretle yerine getirmiştir. Dolayısıyla Hıristiyan haccı kolektif bir görev olmaktan çıkıp dindarlığın ferdi ihtiyaçlarını yerine getirmek için yapılan bir seyahat olmuştur.
Hac bir Hıristiyan’ın kurtuluşa ermesi, ilahi varlıkla temas kurması ve dolayısıyla hac beldesinde tabiatüstü güçten inayet elde etmesi anlamını taşır.
Avrupa’da bilinen ilk hac yerleri; azizlere ait kutsal eşya ve kalıntıları ihtiva eden mezarlardır. Bu tür ibadet XIII. yüzyıla kadar piskopos, daha sonra da papa tarafından meşru sayılmıştır. Bu kutsal mekânlar arasında, Roma’daki Petrus’un mezarı ile İspanya’da Santiago de Compostela’daki Büyük Ya’kub’a atfedilen mezar en çok ziyaret edilen yerlerdir.
İkinci tür hac merkezleri Meryem’e atfedilen kutsal mekânlardır. XII. yüzyıldan sonra Hz. Meryem’le ilgili iki çeşit hac yeri gelişti ve günümüze kadar devam etti.
“Siyah Meryem Ana” da denilen mucizevî heykele veya tabloya saygı üzerine kurulan hac yerleri (bunların renklerinin siyah olması, uzun yıllar düşmanların eline geçmesin diye toprak altında saklanmış olmalarına bağlanabilir; yerlerinin de çoğunlukla rüya ile papaz, rahibe veya halktan birine bildirilmiş olduğuna inanılır). Bu türün önemli örnekleri şunlardır: Chartes le Puy ve Rocamadour (Fransa), Montserrat ve Guadalupe (ispanya), Mariazell (Avusturya), Einsiedeln (İsviçre) ve Czestochowa (Polonya). Bu beldeler Ortaçağ’lardan beri ziyaret edilmektedir.
Hz. Meryem’in görülmesinin ve seçtiği bir kimseye bir mesaj vermesinin söz konusu olduğu yerler. Hz. Meryem’in çeşitli yerlerde görünmesi daha çok XIX ve XX. yüzyıllarda olmuştur. Bu yerlerin en önemlileri Paris’te Rue du Bac (1830), Fransa’da La Salette (1846), Lourdes (1858), Pontmain (1871), Pellevoisin (1876); Portekiz’de Fatima (1917); Belçika’da Beauraing ve Banneux’dür (1932). 3. Hz. Meryem’le ilgili diğer bir çeşit hac merkezi de onun Nasıra’da (Nazareth) yaşamış olduğu evin mucizevî olarak bugün İtalya’da Ancona yakınındaki Loreto’ya ve İngiltere’de Norfolk yakınındaki Walsingham’a melekler tarafından taşınması suretiyle ortaya çıktığına inanılan mukaddes evlerdir (Holy House, Santa Casa).
Günümüzde Avrupa’da hac maksadıyla en çok ziyaret edilen yer Güney Fransa’daki Lourdes’dur. Tıbbın tedavi edemediği hastalıkları nehrin kenarında yapılmış özel banyoları ile iyileştirdiğine inanılan bu yeri yılda yaklaşık 5 milyon kişi ziyaret etmektedir. İkinci sırayı, yılda 4 milyon kişiyle Portekiz’deki Fatima almaktadır. Paris’teki Rue du Bac ise yılda 1 milyon kişi tarafından ziyaret edilmektedir. Roma’ya yapılan hacca gelince buraya en çok kutsal yıllarda gidilmektedir.
Hıristiyanlığın Anadolu topraklarında da ziyaret yerleri vardır. Bu mekânlar Hıristiyanlık tarihi ve önemli şahsiyetleriyle bağlantılıdır. Pavlus’un misyonerlik gezileri esnasında dolaştığı yerler bugün bazı Hıristiyanlarca ziyaret edilmektedir. Antakya bu yerlerden biridir.
Diğer bir kutsal mekân da Efes’tir. Pavlus Efes’te kalarak Hıristiyanlığı yaymaya çalışmış, havari Yuhanna ise burada yaşamış ve ölünce buraya defnedilmiştir. Efes’te bulunan ve Hz. Meryem’e nispet edilen ev günümüzde bir hac mekânıdır. Hıristiyanlar buradaki kutsal sudan içer ve dua ederler.
Öte yandan Demre’de (Antalya) Hıristiyanlarca St. Nicholas’nın (San Nicola, Aya Nikola, Noel Baba) yaşadığı ve defnedildiği yer olarak ziyaret edilmektedir. (Bu bölüm, Ömer Faruk HARMAN, “Hac”, DİA., XIV, 382-386’dan özetlenerek hazırlanmıştır.)
İslam’da Hac
İslami kaynaklara göre haccın Hz.Âdem dönemine kadar uzanan bir geçmişi vardır. Bir kısmı İsrailiyata dayanan bazı rivayetlere göre Kâbe’yi önce melekler tavaf etmiş, daha sonra da Hz.Âdem, Allah’ın emriyle Mekke’ye giderek Arafat’ta Hz.Havva ile buluşup kendisine Beytullah’ın etrafındaki hacla ilgili mukaddes yerleri gösteren meleklerin rehberliğinde haccetmiştir (Hamidullah, ” İslam’da Hac”, (trc. M. Akif Aydın) İTED, VIII/1-4 (1984)s. 123-127)
Hz. Şit’in peygamberliği sırasında onardığı Kâbe, Nûh tufanının arkasından uzunca bir süre kumlar altında kalmış ve nihayet Hz. İbrahim ile oğlu İsmail tarafından eski temelleri bulunarak yeniden inşa edilmiştir. “Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber beytin temellerini yükseltirken…” (Bakara, 2/127) mealindeki ayet bu inşaata işaret etmektedir.
Cenab-ı Hakk’ın Hz. İbrahim’e, “İnsanlar arasında hacca ilan et ki gerek yaya olarak gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde kendilerine ait birtakım yararları yakından görmeleri, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın ismini anmaları (kurban kesmeleri) için sana (Kâbe’ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yiyin hem de yoksula, fakire yedirin; sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve o eski evi tavaf etsinler” (Hac, 22/27-29) emrini vermesinden, insanları hac yapmak üzere Mekke’ye davet eden ilk peygamberin Hz.İbrahim olduğu anlaşılmaktadır. Hz.İbrahim haccın menasikini tespit ederek Kâbe’nin her yıl ziyaret edilmesini sağlamış ve oğlu Hz. İsmail’i orada bırakıp Filistin’e dönmüştür; o tarihten sonra gelen peygamberler ve ümmetleri de Kâbe’yi ziyaret etmişlerdir.
İslam’ın doğuşu sırasında Kâbe’yi tavaf, umre, Arafat ve Müzdelife’de vakfe, kurban kesme gibi adetler devam ettirilmekte, hac putperest gelenekleriyle birlikte sürdürülmekteydi.
Cahiliye Arapları Kâbe dışında Lât, Menât, Uzzâ ve Zülhalesa gibi tanrıların tapınaklarını, ileri gelenlerin kabirlerini ve dikili taşları da (ensab) tavaf eder ve buna “devâr” derlerdi (İbnü’I-Kelbi, s. 39) .
Hacılara su ve yemek ikram etme âdeti (sikaye, rifade) çok eski devirlerden beri devam ediyordu.
Mekke’nin fethinden sonra Kâbe’nin içinde ve etrafında yer alan putlarla birlikte Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği hac ibadetinde bulunmayan şirk unsurları da tamamen temizlenmişti.
Hac’cın Hikmeti
Hac, belirli fiillerin sadece Allah rızası için yapılmasından oluşan bir ibadettir. Kur’an-ı Kerim’de hac ibadetinin muhtelif safhaları hem şekli hem de manevi ve ruhi yönlerden tasvir edilerek çeşitli yararlarının bulunduğu belirtilir (Mesela bk. Hac, 22/28-33). Böylece insanlar, haccın hikmetlerini kavramaya ve gerek fert gerekse ümmet olarak onu layıkı veçhile ifa edip azami ölçüde hikmetlerini gerçekleştirmeye teşvik edilir.
Müminin hem malı hem de bedeniyle gerçekleştirdiği bir ibadet olan hac insanın bütün varlığını ilgilendirir ve bu haliyle külli bir teslimiyetin ifadesidir. Diğer yükümlülükler gibi hac da insan merkezli ve insanın ihtiyaç duyduğu hayırların tahakkukunu hedef alan bir ibadettir. Bu bakımdan onun hikmetlerini üç noktadan hareketle tespit etmek mümkündür:
- Allah’ın insanlara bazı şeyleri yapmalarını emretmesi ve bunların yerine getirilmesi suretiyle kendilerine lütufta bulunması,
- Haccı gerçekleştiren insanın ona hazırlanırken, menasikini ifa ederken ve ibadetini tamamladıktan sonra kendi kabiliyetine göre elde edebildiği olumlu sonuçlar,
- Bu ibadeti sadece Allah rızası için yerine getiren tek tek insanların iradelerinin ve tesir alanlarının dışında haccın bütün ümmete sağladığı faydalar ve onları ulaştırdığı yüksek seviye.
Haccın hikmeti, Allah’a yönelmiş insanla Allah arasında kul-rab ilişkisinin insanın kendi hayatı ve ayrıca içinde bulunduğu ümmet üzerindeki etkisiyle ortaya çıkar. Gazali’nin ifadesiyle hac dinin kemale ermesi ve teslimiyetin tamamlanmasıdır. (İhya’, I. 314)
Hac dış görünüşü itibariyle sembolleri andıran, gerçekte ise çeşitli ruhi eğitimleri sağlayan birbirinden farklı davranışların toplamından ibarettir.
Her Müslüman, imandan sonra en faziletli ibadet sayılan namazın (Müslim, “İman”, 137-140) kıblesini oluşturan mübarek mekânı görmek, orada başta Hz.Muhammed aleyhisselatu vesselam olmak üzere geçmiş peygamberlerin hak din uğrunda verdikleri mücadeleleri hatırlamak, asırlar boyunca birçok müminin namaz, dua ve niyazlarına sahne olan manevi atmosferde yaşamak ister. Hac bu açıdan tarihin yeniden yaşanmasının ve mücerredin müşahhas hale gelmesinin vasıtası olmaktadır.
Hac ibadetinin temel gayesi ve hikmetlerinden biri insanların Allah’ın emri gereğince yurtlarını, ailelerini ve dostlarını, mallarını terk etmeye, bazı arzularına karşı koyup sıkıntıları göğüslemeye hazır olduklarını göstermeleridir.
Müminin hac esnasında elde ettikleriyle orada gerçekleştirdiği menasik arasında da bir ilişki vardır. Burada özellikle belirtilmesi gereken husus, haccın gerçekleştirildiği mekânla Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam’ın ve ilk Müslümanların yaşadıkları mekânın aynı olmasıdır. Mü’min hac esnasında, Resûl-i Ekrem aleyhisselatu vesselam’ın ve ashabının bulunduğu coğrafi mekânla karşılaşmakta, Kur’an’da “Allah’ın koyduğu dini işaret ve nişanlar” (şeairullah) olarak tavsif edilen (Bakara, 2/158; Hac, 22/32, 36) bu mekânlarda bulunarak o dönemin manevi ruhundan nasip almaktadır.
Diğer taraftan hacca giden her Müslüman, ihrama girerken büründüğü esvapla kabre girerken bürüneceği kefenin benzerliğinin şuurunda olarak artık bir bakıma dünya dışı bir düzene ayak uydurduğunu hissetmekte ve bunun etkilerini duymaktadır.
Tavaf kişiye, her şeyin bir başka şey etrafında belli bir düzen içinde döndüğü ve insanın da bu kozmik düzenin bir parçasını teşkil ettiği şuurunu verir. Sa’y, Müslüman’ın sırf Allah istediği için katıldığı bir yürüyüştür; Müslüman bu sayede kendisi gibi aynı yola girmiş, aynı niyet ve duyguları taşıyanlarla beraber koşmanın ne demek olduğunu fark eder. Arafat’ta rabbine yönelen insan daha bu dünyada, hiçbir yardımcının bulunmadığı şartlarda O’nun huzurunda durmanın manasını, makam, servet ve ilim gibi üstünlüklerin gerçek değerinin hesaba çekileceği zaman ortaya çıkacağını anlar; üstünlüğün sadece takvada olmasının ne demek olduğunu kavrar.
Hac esnasında Müslüman daha önce teorik olarak haberdar olduğu, fakat layıkı ile yaşayamadığı bir dizi imanı ve ahlaki özellikler kazanır; sahip bulunduğu olumlu niteliklerde ise daha çok sebat ve güç kazanır. Hac müminin kendi kendisinin farkına varma sürecidir.
Hacdan dönen mümin,İslam’ın ilk muhatapları olan ve hayatlarını ona vakfeden Asr-ı saadet Müslümanlarının yaşadığı yerleri gezerek, Peygamber’i kitaplardaki bilgilerle tarihi bir şahsiyet olarak tanımanın ötesinde sanki onu bizzat görerek imanını ve ikrarını tazelemiştir. Resûl-i Ekrem aleyhisselatu vesselam’ın yaşadığı yerleri ve kabrini ziyaret etmiş, tebliğ vazifesini başarıyla yerine getirdiği mekânlarda peygamberliğine bir daha şahadet etmiştir. Aynı zamanda dünyada mevcut çok çeşitli ırkları, bunların konuştuğu dilleri gözlemiş, ancak bu farklılıkların, sadece insanların birbirlerini tanıyarak iletişim kurabilmeleri için (Hucurat, 49/13) Allah tarafından birer alamet olarak yaratıldığının şuuruna varmıştır. Bunun yanında insanlar arasındaki bu farklılıkların birlik ve beraberliği engellemediğini, mevcut farklılıklarla birlikte Allah’a teslim olmanın her türlü vahdetin esasını oluşturduğunu fark etmiştir. Böylece dünyasının sınırları genişlemiş, coğrafi bilgileri nazari boyutlarını aşmış, yer küresinin muhtelif bölgelerinde yaşayan yüz binlerce insanla bir arada bulunmuş, en olumsuz şartlarda bile insanların birbirine müsamaha göstermesinin ne demek olduğunu bizzat tecrübe ederek anlamıştır.
Hac, dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, bütün Müslümanların aynı değerlere sahip oldukları ve bu değerlerin kendileri için ortak bir zemin oluşturduğu gerçeğini ortaya koyar. Hacca giden Müslüman bir ailenin ferdi, bir köyün, bir kasabanın veya bir şehrin sakini ve bir devletin vatandaşı olarak ülkesinden ayrılır, bir ümmetin ferdi olarak memleketine döner.
(Bu bölüm, Tahsin GÖRGÜN, “Hac”, DİA., XIV, 397-399’dan özetlenerek hazırlanmıştır.)
Tarihçe
Hac Mekke’nin fethinden önce farz kılınmakla birlikte müşriklerle ilişkilerin iyi olmaması sebebiyle Müslümanlar ancak fetihten sonra hacca gidebildiler. Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam’ın katılmadığı bu hacda Müslümanların yanında Arabistan’ın çeşitli bölgelerinden gelen müşrikler de vardı.
Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam fetih yılında bir hac emiri tayin etmemiş, Mekke Valisi Attab b. Esid bu görevi yerine getirmiştir. Fethi takip eden yıl Hz. Ebu Bekir hac emiri olarak görevlendirilmiş ve müşriklerin Mescid-i Haram’a yaklaşamayacağı (Tevbe, 9/28) kadın veya erkek hiç kimsenin çıplak tavaf yapamayacağı gibi hususları tebliğ etmek vazifesi ise Hz. Ali’ye verilmiştir.
Hicretin 10. yılında hac görevini ifa eden Resûl-i Ekrem aleyhisselatu vesselam’dan sonra gelen halife ve hükümdarlar da ya bizzat kendileri hacca gitmek yahut emir tayin etmek suretiyle hac kafilelerinin bu vecibeyi huzur içinde yerine getirmelerini sağlamışlardır. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer, halifeliklerinin ilk yılında hac emiri tayin edip ertesi yıl bizzat hacca gitmişler, Hz. Osman halifeliğinin ilk ve son yılları hariç her yıl haccetmiş. Hz. Ali ise iç karışıklıklar sebebiyle hilafet yılları içinde buna hiç fırsat bulamamıştır.
Emevi halifelerinden Muaviye, ilki 44 (665) yılında olmak üzere birkaç defa, Abdülmelik b. Mervan 75’te (695), I. Velid 91 (710) ve 95’te (714), Süleyman b. Abdülmelik 97’de (716), Hişam b. Abdülmelik 106’da (725) haccetmişlerdir; Hişam’dan sonraki Emevi halifelerinin hiçbiri hacca gitmemiştir. Abbasilerden hacca giden ilk halife 140 (758), 147 (765), 148 (766) ve 152 (769) yıllarında hacceden ve 158’de (775) hac yolunda ölen Ebu Ca’fer el-Mansur’dur, Mehdi-Billâh iki defa, Harunürreşid ise dokuz veya on bir defa hacca gitmiştir. Harunürreşid’den sonraki halifeler (Fatımi halifeleri de dâhil) devlet merkezinden uzun süre ayrılmayı göze alamadıkları için hacca gitmemişlerdir.
Abbasiler döneminde haccı etkileyen faktörlerin başlıcaları iç karışıklıklar, dış tehditler, bedevilerin çapulculukları, iktisadi sıkıntılar, susuzluk ve aşırı sıcaklarla sağlık problemleriydi.
Abbasi halifeleri, hacıların yol güvenliğini sağlamak için büyük organizasyonlar kurmuşlardır. Horasan’dan ve diğer uzak yerlerden gelen hacı adayları şevval ayında Bağdat’ta toplanır ve burada düzenlenen bir törenle yola çıkan kafileyi bir askeri birlik korurdu. Kafileler Kûfe, Necef, Kadisiye gibi etrafı hurmalıklarla çevrili yerlere ve büyük şehirlere uğrar, Fırat nehrini sallardan yapılmış bir köprü üzerinden geçerek Arabistan çölüne iner, sonra Necid yaylalarını geçip Hicaz dağları istikametinde yol alırdı. Harunürreşid’in karısı Zübeyde 3 milyon dinar harcayarak Bağdat-Mekke yolunu yaptırmıştı; bu yol daha sonra Nizamülmülk ve Adudüddevle tarafından da tamir ettirilmiştir. Yol boyunca inşa ettirilen büyük su depoları müstahkem kalelerdeki askerlerin gözetimi altındaydı. Kervanın başında atlı muhafızların refakatinde halifenin mümessili yer alır, bunu hacı grupları takip ederdi.
Endülüs Emevi hükümdarları ise devamlı şekilde Hıristiyanlarla savaş halinde oldukları için kendileri hacca gitmedikleri gibi halka da izin vermediler; âlimler de cihadın hacdan daha büyük önem taşıdığını, böyle bir zamanda altının yurt dışına çıkarılmasının uygun olmadığını söylediler; bu sebeple çok az sayıda Endülüslü haccedebilmiştir. Bu bilgilerin ışığında Harunürreşid’den sonra Mısır, Suriye ve Irak gibi Arap yarımadasına komşu ülkelerin hükümdarlarının istisnai olarak hac farizasını yerine getirdikleri söylenebilir.
Ortaçağ’da hac birçok âlim ve edibin meslek hayatlarının başlangıcını oluşturmuştur. V (XI) ve VI. (XII.) yüzyıllarda Nişabur’da genellikle müderris ve kadılar görevlerine başlamadan önce Mekke’ye giderlerdi. Bu kişiler için hac, İslami ilimlerin merkezini ziyaret etmek ve İslam hukuku veya hadis araştırmalarını yerinde sürdürmek anlamına geliyor, memleketlerine döndüklerinde de kendilerine bir saygınlık kazandırıyordu.
(Bu bölüm, Abdülkerim ÖZAYDIN, “Hac”, DİA., XIV, 399-400’den özetlenerek hazırlanmıştır.)
Osmanlı Dönemi Hac
Osmanlılar, 1517’de Hicaz’ın yönetimini Memlükler’den devralmakla bütün İslam dünyasını ilgilendiren hac organizasyonunun sorumluluğunu da yüklenmiş oldular. Başşehir İstanbul Haremeyn’e çok uzak, fakat deniz ve kara yoluyla bağlantılı idi; bu bağlantıda resmi Şam ve Kahire güzergâhları ön plana çıkıyordu. İstanbul-Kahire hattında denizyolu önem kazanırken Şam’dan itibaren güneye yönelen İstanbul-Mekke kervan yolu uzun olmakla birlikte elverişli bir güzergâhı takip ederek Hicaz’a ulaşıyordu.
II. Abdülhamid döneminde askeri nakliyatın yanı sıra hac yolculuğunu kolaylaştırmak amacıyla Hicaz demiryolu yaptırılmışsa da 1908’de Medine’ye ulaşan hattın daha sonra Mekke’ye ve oradan da Cidde’ye kadar uzatılma planı, imparatorluğun dağılış sürecinde Türkler aleyhine kışkırtılan bedevilerin saldırıları yüzünden gerçekleştirilememiş, Medine’ye gelen trenler de daha çok asker ve mühimmat taşımıştır.
İstanbul, Şam ve özellikle Kahire’de hacca gidiş ve dönüş sırasında halkın da seyredebildiği çeşitli törenler yapılırdı.
Yavuz Sultan Selim’den itibaren “Hadimü’I-Haremeyn” unvanını alan Osmanlı padişahlarının önemli görev ve sorumluluklarından biri, Suriye ve Arabistan çöllerini aşarak yaptıkları uzun yolculukta hacıların güvenliğini sağlamaktı. Hacıların güvenliğinin sağlanması, sadece büyük askeri birlikler bulundurmakla mümkün olabiliyordu. Hac kervanlarına ya bir yeniçeri bölüğü veya tımarlı sipahi birliği eşlik ederdi. Hac kervanının güvenliği için güzergâhta bulunan bedevilerden de faydalanılır ve onlara yaptıkları yardımlar, kafileye getirdikleri su ve yiyecekler için resmi ödeme (surre) yapılırdı. Çöldeki birçok konak yeri, kervanın su ihtiyacını sağlayan kuyu ve sarnıçları korumakla yükümlü küçük karargâhlar tarafından savunulurdu.
Hem dini hem de siyasi bakımdan böylesine hayati önem taşıyan hac güvenliği konusu. 1683-1699 Osmanlı-Avusturya savaşlarının dağdağasında bile ihmal edilmemiş, Haremeyn’e yapılan harcamalarda kesintiye gidilmemiştir.
Osmanlı hükümeti, iyi düzenlenmiş bir hac şehrinin oluşturulması amacıyla azami çabayı göstermiş ve şehrin alt yapısına küçümsenmeyecek miktarda yatırım yapmıştır. Hac organizasyonunun bir uzantısı olarak Osmanlı döneminde Kâbe de zaman zaman onarılmış, IV. Murad döneminde (1623-1640) duvarları taş taş sökülerek orijinalitesine dokunulmadan yeniden inşa edilmiştir. Aynı şekilde Osmanlılar Medine’de de özellikle Mescid-i Nebevide imar faaliyetlerinde bulunmuşlar, ayrıca irili ufaklı birçok cami, medrese vb. tesisler yapmış ve bunlar için gelirleri yüksek vakıflar kurarak hacıların dini vecibelerini kusursuz biçimde yerine getirebilecekleri bir ortam oluşturmaya çalışmışlardır.
Osmanlı padişahları, devlet merkezinden ve savaşlar sırasında Avusturya ile İran sınırlarından uzaklaşmamak için hacca gidememişlerdir; fakat hanedanın kadın üyeleri arasındaki hacıların sayısı oldukça fazladır.
(Bu bölüm, Abdülkadir ÖZCAN, “Hac”, DİA., XIV, 400-408’den özetlenerek hazırlanmıştır.)
Günümüz dönemi Hac
Günümüzde hac hizmeti, hem gözetim ve denetim hem de organizasyon yönüyle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sunduğu önemli hizmetlerden biridir. Başkanlığımız 30 yılı aşkın süredir, haccın dinimizin emirlerine, ülke insanımızın onuruna ve beklentisine uygun bir şekilde ifasına rehberlik ve öncülük etmekte, ilgili mevzuat çerçevesinde ülkemizde hac hizmetlerini titizlikle yürütmektedir.
Ülkemiz hac organizasyonu, bugüne kadar bir çok merhaleden geçerek büyük bir tecrübe kazanmıştır. Sayısı 1 milyona yaklaşan vatandaşımızın hac kayıt işlemlerini yapmak, düzenlenen seminerlerle hacı adaylarını ve görevlileri eğitime tabi tutmak, Mekke ve Medine’de uygun oteller kiralamak, bir buçuk ay içerisinde bu kadar insanı kendi evlerinden alıp hava yoluyla başka bir ülkeye taşımak, kalacakları otellere yerleştirmek, intikalleri sağlamak, dini rehberlik ve tedavi hizmetleri vermek, yemek ihtiyaçlarını karşılamak, vefat edenlerin defin işlemlerini takip etmek, hac ve ziyaretlerini yaptırdıktan sonra hacıların belli bir sistem dahilinde yurda dönüşlerini sağlamak, bütün bu ve benzeri hizmetleri imkânlar ölçüsünde herhangi bir karmaşaya fırsat vermeden yerine getirmek şüphesiz zor bir iştir. Ancak yaptığı bu hizmetin öneminin ve taşıdığı ağır mesuliyetinin bilincinde olan Diyanet İşleri Başkanlığı edindiği tecrübelerle birçok zorluğa rağmen hac organizasyonu düzenleme konusunda önemli mesafeler almıştır. Fakat kabul etmek gerekir ki, daha iyiyi ve mükemmeli yakalamak için yapılması gereken daha çok iş vardır.
Cumhuriyet dönemindeki Hac organizasyonlarına baktığımızda; özellikle Cumhuriyetin kuruluşundan (29 Ekim 1923) aşağı yukarı 6-7 yıl önce Hicaz bölgesinin Osmanlı hakimiyetinden çıkması ile kapanan hac yolu ve takip eden yıllarda gelen felâketler, hac seyahatinin sekteye uğramasına sebep olmuştur. Esasen surre de, Birinci Dünya Harbinde (Ağustos 1914-Kasım 1918) yolların kapanmasıyla Şam’dan geri dönmek zorunda kalmış, böylece yapılamayan hac seyahatinden sonra surre de tarihe karışmıştır.
Bu tarihden sonra ferdi girişimlerin dışımda uzun yıllar devlet eliyle hac organizasyonu gerçekleşememiştir. Başlangıçta Hicaz bölgesinin ve hac güzergâhının sömürgeci ülkeler tarafından işgâli, can ve mal güvenliğinin olmaması, başta kolera olmak üzere salgın hastalıklar ve diğer sağlık sorunları, sınırlardaki tehlikeler gibi sebeplerle yapılamayan hac seyahati, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra da, ülkemizin içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik şartlar nedeniyle oldukça uzun bir dönem yapılamamış, dolayısıyla hacca gidenlerin sayısı da oldukça az olmuştur.
1946’da yapılan bir araştırmada, 30 yıllık bir aradan söz edilmektedir. 1917’den 1947’ye kadar resmi hac izni olmamasına rağmen ikinci bir ülke üzerinden, kaçak yollarla pasaportsuz veya tüccar pasaportuyla hacca gidenler olmuştur.
1947’de hacca ilk defa izin verilmiş ve o yıl takriben 7.000 dolayında vatandaşımız hacca gidebilmiştir.
1950’de ise; hacca gidenlerin sayısı 9.000’i bulmuştur.
1960’lı yılların başında birkaç sene kesintiler olmuşsa da, sonraki yıllarda tekrar izin verilmiş ve çok sayıda insanımız hac görevini yapmıştır.
1953-1978 yılları arasında gerçekleştirilen hac yolculukları İçişleri Bakanlığı’nın koordinatörlüğünde ve ilgili kuruluşların iş birliği içerisinde yürütülmüştür.
İlgili kararnâmeler ve yönetmelikler çerçevesinde hac organizasyonları;
1979-1988 yılları arasında Türkiye Diyanet Vakfının işbirliğiyle Diyanet İşleri Başkanlığı’nca düzenlenmiş ve vatandaşlarımız da hac ibadetlerini, bu organizasyon altında ifa etmişlerdir.
1989-2000 yılları arasında hac organizasyonları, Başkanlığımız ile Başkanlığımızın gözetim ve denetim altında “A” grubu seyahat acentelerince ayrı ayrı düzenlenmiş ve vatandaşlarımız Hac Komisyonu’nca belirlenen oranlara göre, bu organizasyonlardan birisi ile hac farizalarını ifa etmişlerdir.
2001-2005 yılları arasında ise hac organizasyonları, serbest rekabet kuralları çerçevesinde yürütülmüş, vatandaşlarımız hac seyahatlerini, Diyanet İşleri Başkanlığı veya “ A” grubu seyahat acentelerin organizasyonlarından birisini serbestçe tercih ederek gerçekleştirmişlerdir.
27.05.2005 tarihinde ilgili kararnâmede yapılan değişikliğe göre 2006 yılından itibaren, ülkemize tanınan hac kontenjanı çerçevesinde, hacı adaylarından % 60’ı Başkanlık, % 40’ı “A” grubu seyahat acentelerince hacce götürülmeye başlanmıştır.
Suudi Arabistan’ın 1987’de Amman’da İslâm Ülkeleri Dışişleri Bakanları Konferansı’nda kabul ettirdiği bir karara göre Hac’da kota uygulaması başlatılmıştır. Halen Türkiye’nin kotası nüfusuna oranla 70.000 olup, müracaatlar bu sayı dahilinde kabul edilmekte, Hac Komisyonu tarafından Diyanet İşleri Başkanlığı ile “A” grubu seyahat acenteleri arasında paylaştırılmaktadır. 1979’dan itibaren deniz yoluyla hac ve umre seferleri kaldırılmış, bir engel bulunmamakla birlikte son yıllarda karayolu terkedilerek havayoluna ağırlık verilmiştir.
2007 yılından itibaren vatandaşlarımızca hac ibadetine yoğun ilgi gösterilmesi sonucu hacca gitmek isteyenler arasından kura çekilerek hac kayıtları yapılmaktadır. Ancak, daha önceki yıllarda hac kayıtı yaptırmış ve kuraya katılmış vatandaşlarımız yeni kayıt yaptıranlara göre daha şanslı olarak kuraya girmektedirler.
Diyanet İşleri Başkanlığı, haccı bir ibadet ve eğitime bir vesile olarak görmektedir. Bu itibarla kontenjan sınırlaması nedeniyle kura çekimi sonucu hacca gidildiğinden; ömründe bir kez hacca giden vatandaşlarımızın hac farizalarını, adabına, usul ve erkanına uygun bir şekilde yerine getirmeye ve bu ibadetde sunulan hizmetin kalitesini her geçen yıl daha da artırmaya yönelik çalışmalar devam etmektedir.
Kaynak : Diyanet